Seri yapmak zor iştir. Özellikle de film ve kitaplarda. Tabii çok sevildiği için devamı getirilen yapımları saymıyorum. Örnek olarak The Lord of the Rings’i ele alalım. Seriye bir bütün gibi yaklaşan nadir yapımlardan biri. Oyun dünyasındaysa işler biraz daha farklı. Metal Gear Solid gibi her oyunu birbiriyle derinden bağlantılı seriler varken, Final Fantasy gibi her oyunu birbirinden ayrı bir konu ve evreni işleyen seriler de bulunuyor. Bugünkü konumuz da köklü Final Fantasy serisinin içindeki 13. serinin (seri içinde seri, sanki sericeptio… Tamam sustum) son oyunu.Yine Dünyanın Sonu
Final Fantasy XIII serisi aslında hayranlarını ikiye bölmüş bir yapım. Bazıları oyundan nefret etti, bazılarysa oldukça beğendi. Bense ikisi arasında bir yerdeyim. Final Fantasy serisinin hayranı olmasam da birçok oyununu oynadım, ancak bir türlü kanım XIII’e ısınamadı. Bunun en büyük sebebiyse hikaye. Square Enix son Final Fantasy serisinde biraz farklı bir hikaye anlatımı tercih etmişti. Bu yüzden de oyun bir türlü beni içine çekemedi. Lightning Returns: Final Fantasy XIII ise biraz daha basit bir hikaye anlatımını benimsiyor. Aslında bu, Lightning Returns serinin tamamlayıcısı olduğundan dolayı biraz enteresan bir hamle. Fakat bu konuda benim edecek bir itirazım yok.
Asıl sorun hikayenin basit olmasında. Lightning Returns, FF XIII-2’nin 500 yıl sonrasında geçiyor. Lightning uyanmış ve dünyanın kurtarıcısı olarak Tanrı tarafından göreve atanmış durumda. Bu göreviyse gönüllü olarak yapmıyor. Lightning’in kaybettiği kardeşi Serah’ı geri getirme konusunda Tanrı ile bir anlaşması var. Eğer yeterli sayıda insanın ruhunu kurtarmayı başarırsa dünyanın sonunu Tanrı’nın gelişine kadar erteleyecek. Oyunumuz da bu noktadan itibaren başlıyor.